- Hayatımın o döneminde geliştirmeye çalıştığım bir davranış biçimiydi, kendime sürekli yeni meydan okumalar yaratıyordum. Kendimi kendime kanıtlama kaygısıydı belki de. Şimdi düşününce pek akıl kârı olmadığını kabul ediyorum. Ama belki de öyle gerekiyordu, bilemiyorum... Geçen zamanla beraber bağımlı bir hale gelmiştim. Yaşadığım her an artık bunların etkisi altındaydı.
Bu meydan okumalar bazen fiziksel, çoğu kez ise zihinseldi. Beni en çok yoranlar ise tabii ki zihinsel olanlardı.
Ben kendi zihnimin içine kapanmış büyük savaşlar veriyorken dışarıda neler olup bittiğinden bihaberdim. Zaten umurumda olduğu da söylenemezdi.
Kontrol edilemez bir duruma gelmiştim. Zihin savaşlarım yıkıcı olmaya başlamıştı. İşte böyle anlarda fiziksel meydan okumalar çare oluyordu. Hayatımda hiç girmediğim mekanlara giriyor, hiç tanımadığım tehlikeli diye adlandırılan insanlara yanaşıyordum. Ruh hastalığının sınırlarında dolaştığımı anlamaları çok sürmüyordu. Onları tahrik ediyor, en umursamaz adamı bile çileden çıkaracak küfürler ediyordum. Bir gün yine böyle bir küfürleşmenin ardından, neredeyse iki katım kadar olan bir serseriyle kavgaya tutuştum. Aldığım her darbeden sonra attığım kahkahalar karşımdaki serseriyi iyice çileden çıkartmış olacak ki arka cebinden çıkarttığı bıçağı ben daha ne olduğunu anlayamadan karın boşluğuma sapladı. O an gözümden önünden gitmiyor. Muazzam bir rahatlama hissi. Vücuduma saplanan demirin soğukluğu... Hemen sonra akan kanın hayret veren sıcaklığı... Aylar sonra ilk defa zihnim boşalmıştı. Bu benim için paha biçilmezdi.
Hastanede geçen birkaç günün ardından her şey eskiye dönmüştü. Ben yine zihnimde dünyaya meydan okuyor, yaşadığım yıkımlardan sonra, beni rahatlatacak olan acı seanslarına -artık bunları orgazm olarak görüyordum- geri dönüyordum.
Aradan birkaç ay geçmişti. Kimden, nasıl yediğimi hatırlamadığım sağlam bir dayağın ardından, yol kenarında yarı baygın şekilde uzandığımı hatırlıyorum. Etrafı seçemiyordum, her yer bulanıktı. Sonra... Sonra birisinin bana dokunduğunu hissettim. Ben dayağın kaldığı yerden devam edeceğini sanarken hiç de alışık olmadığım şeyler duyuyordum. Birisi benimle konuşuyordu, yardım etmeye çalışıyordu. İlk saçlarını gördüm onun, epeyce uzun sarı saçlar... Sonra ellerini gördüm galiba, incecik eller... Yardımıma koşan bir kadındı. Ve asıl hikaye buradan sonra başladı.
O kadın beni aldı, iyileştirdi, hikayemi dinledi. Zihnime misafir oldu. O zihnime girdikçe, benim savaşlarım azaldı, azaldı, azaldı...
O kadın bana bir şeyler söyledi, ben ona inandım. O kadın bana bir şeyler söyledi, ben hayata döndüm. O kadın bana bir şeyler söyledi, ben ona aşık oldum.
Bir yıldan fazla geçmişti sanırım. Benim iyiden iyiye seyrekleşen ani krizlerim haricinde her şey yolundaydı. Bir yıl önce girdiğim o evden bir kez dahi çıkmamıştım. Onun evinde beraber yaşıyor, onun yaptığı yemekleri yiyorduk. Onun verdiği kıyafetleri giyiyor, sıcak yatağında uyuyordum.
Bir gün önüme bir defter koydu. Saman kağıtlarından elle yapılmış kalınca bir defter. Bir de kalem. "Al" dedi, "Zihnindeki savaşları dışarı çıkarmanın vakti geldi!".
İlk başlarda sevemediğim yazma işi, sonraları bir tutkuya dönüştü. Aklımda olan, aklımda kalan, aklıma yeni gelen her şeyi, o deftere döktüm. O güne kadar yaşadığım her şey saman kağıtlarına akmıştı.
Başlayan her yeni günde, o işe gidiyor -ne iş yaptığını hiç sormadım- bense boş kağıtların başına geçiyordum. O eve döndüğünde yazdıklarımı okuyor, bense onu izliyordum. Bazen saatlerce sürerdi bu.
Evet, biliyorum merak ve korkuyla dinliyorsun beni. Ama lütfen soru sorma. Hikaye bitmek üzere!
Bu şekilde birkaç hafta daha geçti. Ben yazıyordum, o okuyordu, sonra sevişiyorduk, sonra uyuyorduk. Bu hep böyle devam etti. Ta ki bir gün ben yalnız uyuyana kadar. Geçen bir yıldan sonra ilk defa böyle bir şey olmuştu. O gelmemişti. Bekledim, bekledim... Bütün gün evin içinde deli gibi dönüp duruyor, aklımı yitiriyordum. Dışarı çıkmaya cesaret edemiyordum, aylardır kendimi kapattığım bu evden çıkarsam her şeyin biteceğini biliyordum. Sakince beklemeye karar verdim.
Tam dört gün geçti... O gelmedi. Artık gözümü karartmıştım, aşık olduğum kadının başına bir şey gelmişti ve belki de ölmüştü, bense korkakça kendimi kapattığım evde çürüyordum. Artık beklemek zül geliyordu. İhtiyacım olan cesareti toplayıp dışarıya çıkan kapıyı açtım. Açar açmaz ayaklarıma düşen bir şeyle irkildim. Ne olduğunu anlamam bir kaç saniyemi aldı. Bir mektuptu. Üstelik üzerinde ismim yazılıydı. Şaşırmıştım, heyecanlanmıştım... Kim bilir ne zamandan beri burada olan bu mektuba yeni kavuştuğum için kendime küfür ediyordum. O kağıt parçasına dokunmak dahi büyük cesaret işiydi. Çünkü içinde yazılanları hissedebiliyordum.
Artık bu hayata dayanamadığını, beni terk ettiğini, geçmişimdeki histeri krizlerinden korktuğu için yüzüme karşı söyleyemediğini, artık bu şehirde olmadığını, onu aramam gerektiği yazıyordu.
O an hissettiklerimi ve yaptıklarımı anlatmayacağım. Üzerinde yıkıcı bir hatıra bırakmak istemem.
O günün üzerinden yaklaşık bir ay geçti ve işte buradayım. Montevideo'da. Bu şehre gelmek tam bir ayımı aldı. Bu kadar şeyden sonra, yaptığım yolculukta neler yaşadığımı tahmin edersin diye umuyorum. Anlatmayacağım çünkü vakit azalıyor. Güneş batmak üzere.
Neden buradayım diye soruyorsun sanırım? O kadar şehir varken neden Montevideo? Karmaşık bir sebebi yok. Sevdiğim bir şair, güneşin batışının en güzel Montevideo'da izlendiğini yazmıştı. Böyle bir hikayeyi bitirmek için en doğru yer burasıdır diye düşündüm.
İşte, beni Montevideo'nun en yüksek binasının tepesine getiren hikaye bu. Ben burada boşlukta salınırken yanıma geldin, önce bir şeyler söyledin, sonra dinledin. Güneşi batırmak için geldiğim o kadar yoldan sonra senin söylediklerinin bir tesiri olmayacağını da anladın. Çok az kaldı, güneş batıyor. Bu yüzden sus ve izle. Sefil bir hikaye biterken sus ve izle...
Gördüklerini unut! Unut ki yaşayabilesin.