20 Kasım 2014 Perşembe

çapsız levent gözlerini açtı...

7 Kasım 2014 Cuma

bu ülke halklarını ahmaklıkları beni ilgilendirmiyor artık. siyasi ve sosyolojik analizlerin canı cehenneme! yaşasın apolitik türkiyeliler!

en son ne zaman elime gazete aldım, hatırlamıyorum. televizyonu açmayalı bayağı olmuş, ekrandaki tozdan anlıyorum. sosyal medya denen curcunadan arkama bakmadan kaçıyorum.

her gördüğüm dosta bencilliğimi anlatıyorum. bencilliğin, kötü bir insan huyu olduğu tezini her mecliste çürütmeye çalışıyorum. makul toplumun yolunun bireycilikten geçtiğini söylediğimde, insanların gözünde kim bilir neler oluyorum.


her insanın içten içe bildiği lakin kendine dahi itiraf edemediği bencilliğini, ben her fırsatta haykırıyoum. sen bencilsin diyorum,ben bencilim. başkası mümkün değil diyorum. aksini söyleyen sahtekardır, başka bir şey değil.

sonra bu kelamların da beylik, boş laflar olduğuna karar veriyorum. susmayı seçiyorum. etrafa boş boş bakmayı. hiçbir şeyi umursamamayı.

demirkubuz abinin lafı düşüyor aklıma: "bu ülkeye ve bu hayata dair hiçbir şeyin, hiçbir zaman benim dilediğim gibi olmayacağını biliyor, artık bundan acı duymuyorum."

gerisi kılükal.

26 Ekim 2014 Pazar

Ahmet'e...

Ahmet, yavrucağım,
sen beni tanımıyorsun,
ben seni hiç görmedim.

Bilmem sen de gördün mü Ahmet,
ben seni düşümde gördüm.

Ben seni düşümde,
o sevdiğin kadının saçları arasında
uyurken gördüm.

Ben seni düşümde,
elinde boyalarla
gökyüzü çizerken gördüm.

Sen şimdi beyaz çarşaflar içinde
güzel bir uykudasın.

Hadi kalk Ahmet!
O beyaz çarşaflara gökyüzü çizelim!

Hadi kalk Ahmet!
Sevdiğimiz o kadının saçları arasında uyuyalım.

Uyan Ahmet, uyan yavrucağım.
Seni seven  kadınlar için uyan.

Uyan çocuk,
daha annene mektuplar yazacağız.

16 Ekim 2014 Perşembe

Sınıfta Kalan Çocuk

Daha şiirler yazacaktım sana.
Ama sen gitmeyi seçtin.

Yeşil gözlerini kim bilir,
nelere benzetecektim.
O tuhaf,çekici sesinden
şarkılar söyleyecektim.

Sevdiğim o ülkeye,
beraber gideriz düşlemiştim.
Dilini bilmediğimiz insanlar arasında
biraz özgür, biraz çekinceli
sevişmelerimiz olur sanmıştım.

Olduramamışım,
geç farkettim.

Dersini çalışmasa da bir çocuk
sınıfta kaldığında düşü kırılır.
Benimki o misal...

Bazen,
hala bir çocuk olsam diyorum.
O zamalarda da acıyordu ama geçiyordu.
Şimdilerde "her şeyi anlıyorum
ve beni bu öldürecek."

Her şeyi anlıyorum.
Sağlıcakla...


24 Eylül 2014 Çarşamba

sofyalı ali

Zihnimde cümleler dolaşıyor. İzlediğim o filmin bitmek bilmeyen cümleleri. Üzerime üzerime gelen, kaçamadığım cümleleri.

Bir kitap düşüyor sonra ortaya. Adı neydi? Yazarı belli de adı neydi? Adı "yok" olsun, böyle iyi. Bu kitabın nasıl yazıldığını düşlüyorum. O, yaşlı ama dinç, kısa boylu ama devasa, yazar ama şairane adamı, odasında düşlüyorum. Cevizden yapılma, küçük masasında az biraz rahatsız, yarı kambur oturuyor. Masasının üzerinde uzunca parşömenler birde ortalama büyüklükteki ahşap bir kutu. Başka hiç. Duvarına yansıyan abajurun sarı ışığı aydınlatıyor masasını. Yaşlı adam şöyle yavaş haraketlerle yerleşiyor sandalyesine, başlıyor kelimelerini "seçmeye". Evet, gerçek anlamıyla seçiyor. Elini ahşap kutuya daldırıyor, bir kelime çıkarıyor, önce elindekine sonra zihnindekine bakıyor. Usulca koyuyor parşömene, birer birer. Sonra hızlanıyor, kelimeler kutudan çıkar çıkmaz cümlelere dönüyor. Sayfalar doluyor. Bir hayli geçtikten sonra, yaşlı adam derisi kırışmaya durmuş elleriyle başını tutup geriye yaslanıyor. Az biraz bekledikten sonra yavaşça sandalyesinde doğruluyor,kalkıp kapıya yöneliyor. Kapı usulca kapanıyor.
Sessizce beklediğim karanlık köşeden çıkıyorum. Yaşlı adamın sıcaklığını koruyan sandalyeye şimdi ben oturuyorum. Sararmış parşömenlere bakıyorum. Ellerim tiyriyor. Haşyet? Yok, o başka bir adamın şiirindeydi. Heyecan kalbimi esir alıyor. Sabırsızca okumaya başlıyorum. Bir roman olduğunu farketmem biraz uzun sürüyor. Hangi roman bu kadar şiir olabilir ki? Yaşlı adamın kutusuna bakıyorum. Kilitli olduğunu görüyorum. Anahtarı için bakınıyorum lakin boşuna olduğunu hemen anlıyorum. Anahtar, ihtiyarın zihninde. Gülümsüyorum. Kaldığım yerden devam ediyorum okumaya. Sayfalar elimden akıyor. Bir dere bir göle dökülüyor sanki; zihnim doluyor, ruhum doyuyor.
Son sayfayı masaya masaya bırakıyorum. Içimde, çok uzaklardaki, keşfedilmeyi bekleyen yabancı bir şehre ayak basmanın heyecanına benzeyen bir duygu. Agzımda Akdenizin en güzel üzümlerinden damıtılan şrabın tadı. Zevkten başım dönüyor. Yaşlı adamı bulmalıyım.
Yaşlı adamın aksine hızlıca ve şiddetle kalkiyorum masadan. Kapıyı sertçe açıp çıkıyorum. Kordor duvarlari şaşkınlığımı arttırıyor. Sagımda Goya'yı, solumda Velazquez'i görüyorum. Biraz ilerde Guido. Başım dönüyor, gözlerimi kapıyorum.
Gözlerim açılıyor. Karşımda devasa bir tablo. Uzun bir bankta oturuyorum.

Tüm bunlar bir Miro eserini izlemek süresinde yaşanıyor. Son kez gülümseyip, başımı, henüz kırışmaya durmamış ellerimin arasına alıp geriliyorum. Yavaşça kalkıp kapıya yöneliyorum. Galerinin bahçesindeyim. Arkama dönüyorum. Yukardaki bir pencerenin arkasından Yaşlı Adam bana gülümsüyor. Dudaklarımdan ususlca bir "çok şükür " dökülüyor.

Artık başka bir adamım.

14 Mayıs 2014 Çarşamba

Soma

Zihnime onlarca şey akın ediyor. Bir şeyler söylemek, yazmak çabalarım sonuçsuz kalıyor. Acıdan zihnim bulanıyor, göremiyorum. 

Bu yazı yazılırken ölü sayısı 232 olarak açıklanmıştı. Her ne kadar aksini istesek de bugünün akşamına kalmadan bu sayının artacağını biliyoruz. Çaresiziz.

Bu ülkenin acı defterine yeni sayfalar eklendi bugün. Uzunca sayfalar, bitmek bilmeyen sayfalar... 

Ölüm anlaşılabilir ve hatta ölüme alışılabilir. Lakin ölümün böylesine alışmaya çalışmak neresinden bakarsanız bakın vicdansızlıktır,aptallıktır, ahmaklıktır.

Yok yere ölüm, çok kere ölümdür. Geride kalan anne de ölür. Baba ölür, evlat ölür. Bir aile, bir şehir, bir ülke ölür! 

Eğer ölüm, göz göre göre  geliyorsa, umursanmadan yapılan yapılan ihmallerin, bitip tükenmek bilmeyen para hırsının sonucuysa; eğer ki ölüm, yüzlerce işçiyi, daha 15 yaşındaki çocuğu bir maden ocağında buluyorsa, o ölüme alışılmaz, o ölüm kanıksanmaz! O ölüme küfretmek caizdir!

Yazacak çok şey var ama dediğim gibi, şu an ne desek bu acı dinmeyecek. 

Bu ülkenin hafızası hastalıklıdır. Biz bunu da unutacağız. Ölen kardeşlerimizi unutmamak, unutturmamak, bir daha ölümün böylesini görmemek dileğiyle... Geride kalan ailelere ve içinde acıyı paylaşan tüm insanlara sabır dilemekten başka  bir şey gelmiyor elimden. Üzgünüm, çok üzgünüm.





2 Nisan 2014 Çarşamba

ben de yarım bıraktım


Çalan alarmın o sevimsiz sesiyle gözlerini açtı. Her namuslu insanın yapacağı gibi alarmı kapatıp uykuya devam etti.

Şüphesiz ki ne olduğu bizi pek de ilgilendirmeyen bir dizi işi vardı. Vazgeçti... Hayatının en büyük vazgeçişi olduğunun farkında olmadan vazgeçti. Bu vazgeçişin onu nerelere sürükleyeceğini bilmeden vazgeçti.

Sanılanın aksine hayatlarımıza yön veren isteklerimiz, kararlarımız değil, vazgeçişlerimizdir. Biz vazgeçeriz, hayat bize yeni yollar açar. Bir vazgeçişle ikincisi arasında geçen süredir hayat.

O bunların hiçbirini bilmiyordu. Bilemezdi de. Henüz hiç vazgeçmemişti. Önüne konulanı yaşamıştı hep. İstediğini seçtiğini sanmıştı ama hepimiz gibi yanılmıştı.  İstedikleri değildi bunlar: Başkaları tarafından seçilmişlerin içinden tercih yapmaktı. 

Aradan geçen sürenin önemi yok, uyandı. Garip hissetti kendini. İçindeki garip duyguya anlam veremedi. Derinde bir yerde mutluluk vardı sanki, tütsülemiş bir mutluluk, tuhaf bir mutluluk. 

Telefonuna baktı, gelen dört mesajı okudu. Hepsi ayı kişidendi. Okuduğu cümleler anlamsız geldi. Oysa bu cümleleri aylardır okuyordu, zaten hepsi birbirine benziyordu. Önceleri onu 
gülümseten, kızdıran, kendini değerli hissettiren bu cümleler neden şimdi anlamsız geliyordu? Bu cümlelerin sahibini, sevdiği kadını düşündü. Yaklaşık otuz saniye sürdü bu düşünme eylemi. Sonunda ise vazgeçti. Sevdiğini sandığı kadından vazgeçti.

İnsan acizdir. Yalnız bir hayattan korkar. En yalnız insanın hayatı bile en az kaç insana bağlıdır? Acziyetini ortadan kaldırmak için kaç hayata girmiştir?  En olmaz anlarda ayağa dolanan ip gibi, kaç hayata dolanmıştır? 

......