20 Kasım 2014 Perşembe

çapsız levent gözlerini açtı...

7 Kasım 2014 Cuma

bu ülke halklarını ahmaklıkları beni ilgilendirmiyor artık. siyasi ve sosyolojik analizlerin canı cehenneme! yaşasın apolitik türkiyeliler!

en son ne zaman elime gazete aldım, hatırlamıyorum. televizyonu açmayalı bayağı olmuş, ekrandaki tozdan anlıyorum. sosyal medya denen curcunadan arkama bakmadan kaçıyorum.

her gördüğüm dosta bencilliğimi anlatıyorum. bencilliğin, kötü bir insan huyu olduğu tezini her mecliste çürütmeye çalışıyorum. makul toplumun yolunun bireycilikten geçtiğini söylediğimde, insanların gözünde kim bilir neler oluyorum.


her insanın içten içe bildiği lakin kendine dahi itiraf edemediği bencilliğini, ben her fırsatta haykırıyoum. sen bencilsin diyorum,ben bencilim. başkası mümkün değil diyorum. aksini söyleyen sahtekardır, başka bir şey değil.

sonra bu kelamların da beylik, boş laflar olduğuna karar veriyorum. susmayı seçiyorum. etrafa boş boş bakmayı. hiçbir şeyi umursamamayı.

demirkubuz abinin lafı düşüyor aklıma: "bu ülkeye ve bu hayata dair hiçbir şeyin, hiçbir zaman benim dilediğim gibi olmayacağını biliyor, artık bundan acı duymuyorum."

gerisi kılükal.

26 Ekim 2014 Pazar

Ahmet'e...

Ahmet, yavrucağım,
sen beni tanımıyorsun,
ben seni hiç görmedim.

Bilmem sen de gördün mü Ahmet,
ben seni düşümde gördüm.

Ben seni düşümde,
o sevdiğin kadının saçları arasında
uyurken gördüm.

Ben seni düşümde,
elinde boyalarla
gökyüzü çizerken gördüm.

Sen şimdi beyaz çarşaflar içinde
güzel bir uykudasın.

Hadi kalk Ahmet!
O beyaz çarşaflara gökyüzü çizelim!

Hadi kalk Ahmet!
Sevdiğimiz o kadının saçları arasında uyuyalım.

Uyan Ahmet, uyan yavrucağım.
Seni seven  kadınlar için uyan.

Uyan çocuk,
daha annene mektuplar yazacağız.

16 Ekim 2014 Perşembe

Sınıfta Kalan Çocuk

Daha şiirler yazacaktım sana.
Ama sen gitmeyi seçtin.

Yeşil gözlerini kim bilir,
nelere benzetecektim.
O tuhaf,çekici sesinden
şarkılar söyleyecektim.

Sevdiğim o ülkeye,
beraber gideriz düşlemiştim.
Dilini bilmediğimiz insanlar arasında
biraz özgür, biraz çekinceli
sevişmelerimiz olur sanmıştım.

Olduramamışım,
geç farkettim.

Dersini çalışmasa da bir çocuk
sınıfta kaldığında düşü kırılır.
Benimki o misal...

Bazen,
hala bir çocuk olsam diyorum.
O zamalarda da acıyordu ama geçiyordu.
Şimdilerde "her şeyi anlıyorum
ve beni bu öldürecek."

Her şeyi anlıyorum.
Sağlıcakla...


24 Eylül 2014 Çarşamba

sofyalı ali

Zihnimde cümleler dolaşıyor. İzlediğim o filmin bitmek bilmeyen cümleleri. Üzerime üzerime gelen, kaçamadığım cümleleri.

Bir kitap düşüyor sonra ortaya. Adı neydi? Yazarı belli de adı neydi? Adı "yok" olsun, böyle iyi. Bu kitabın nasıl yazıldığını düşlüyorum. O, yaşlı ama dinç, kısa boylu ama devasa, yazar ama şairane adamı, odasında düşlüyorum. Cevizden yapılma, küçük masasında az biraz rahatsız, yarı kambur oturuyor. Masasının üzerinde uzunca parşömenler birde ortalama büyüklükteki ahşap bir kutu. Başka hiç. Duvarına yansıyan abajurun sarı ışığı aydınlatıyor masasını. Yaşlı adam şöyle yavaş haraketlerle yerleşiyor sandalyesine, başlıyor kelimelerini "seçmeye". Evet, gerçek anlamıyla seçiyor. Elini ahşap kutuya daldırıyor, bir kelime çıkarıyor, önce elindekine sonra zihnindekine bakıyor. Usulca koyuyor parşömene, birer birer. Sonra hızlanıyor, kelimeler kutudan çıkar çıkmaz cümlelere dönüyor. Sayfalar doluyor. Bir hayli geçtikten sonra, yaşlı adam derisi kırışmaya durmuş elleriyle başını tutup geriye yaslanıyor. Az biraz bekledikten sonra yavaşça sandalyesinde doğruluyor,kalkıp kapıya yöneliyor. Kapı usulca kapanıyor.
Sessizce beklediğim karanlık köşeden çıkıyorum. Yaşlı adamın sıcaklığını koruyan sandalyeye şimdi ben oturuyorum. Sararmış parşömenlere bakıyorum. Ellerim tiyriyor. Haşyet? Yok, o başka bir adamın şiirindeydi. Heyecan kalbimi esir alıyor. Sabırsızca okumaya başlıyorum. Bir roman olduğunu farketmem biraz uzun sürüyor. Hangi roman bu kadar şiir olabilir ki? Yaşlı adamın kutusuna bakıyorum. Kilitli olduğunu görüyorum. Anahtarı için bakınıyorum lakin boşuna olduğunu hemen anlıyorum. Anahtar, ihtiyarın zihninde. Gülümsüyorum. Kaldığım yerden devam ediyorum okumaya. Sayfalar elimden akıyor. Bir dere bir göle dökülüyor sanki; zihnim doluyor, ruhum doyuyor.
Son sayfayı masaya masaya bırakıyorum. Içimde, çok uzaklardaki, keşfedilmeyi bekleyen yabancı bir şehre ayak basmanın heyecanına benzeyen bir duygu. Agzımda Akdenizin en güzel üzümlerinden damıtılan şrabın tadı. Zevkten başım dönüyor. Yaşlı adamı bulmalıyım.
Yaşlı adamın aksine hızlıca ve şiddetle kalkiyorum masadan. Kapıyı sertçe açıp çıkıyorum. Kordor duvarlari şaşkınlığımı arttırıyor. Sagımda Goya'yı, solumda Velazquez'i görüyorum. Biraz ilerde Guido. Başım dönüyor, gözlerimi kapıyorum.
Gözlerim açılıyor. Karşımda devasa bir tablo. Uzun bir bankta oturuyorum.

Tüm bunlar bir Miro eserini izlemek süresinde yaşanıyor. Son kez gülümseyip, başımı, henüz kırışmaya durmamış ellerimin arasına alıp geriliyorum. Yavaşça kalkıp kapıya yöneliyorum. Galerinin bahçesindeyim. Arkama dönüyorum. Yukardaki bir pencerenin arkasından Yaşlı Adam bana gülümsüyor. Dudaklarımdan ususlca bir "çok şükür " dökülüyor.

Artık başka bir adamım.

14 Mayıs 2014 Çarşamba

Soma

Zihnime onlarca şey akın ediyor. Bir şeyler söylemek, yazmak çabalarım sonuçsuz kalıyor. Acıdan zihnim bulanıyor, göremiyorum. 

Bu yazı yazılırken ölü sayısı 232 olarak açıklanmıştı. Her ne kadar aksini istesek de bugünün akşamına kalmadan bu sayının artacağını biliyoruz. Çaresiziz.

Bu ülkenin acı defterine yeni sayfalar eklendi bugün. Uzunca sayfalar, bitmek bilmeyen sayfalar... 

Ölüm anlaşılabilir ve hatta ölüme alışılabilir. Lakin ölümün böylesine alışmaya çalışmak neresinden bakarsanız bakın vicdansızlıktır,aptallıktır, ahmaklıktır.

Yok yere ölüm, çok kere ölümdür. Geride kalan anne de ölür. Baba ölür, evlat ölür. Bir aile, bir şehir, bir ülke ölür! 

Eğer ölüm, göz göre göre  geliyorsa, umursanmadan yapılan yapılan ihmallerin, bitip tükenmek bilmeyen para hırsının sonucuysa; eğer ki ölüm, yüzlerce işçiyi, daha 15 yaşındaki çocuğu bir maden ocağında buluyorsa, o ölüme alışılmaz, o ölüm kanıksanmaz! O ölüme küfretmek caizdir!

Yazacak çok şey var ama dediğim gibi, şu an ne desek bu acı dinmeyecek. 

Bu ülkenin hafızası hastalıklıdır. Biz bunu da unutacağız. Ölen kardeşlerimizi unutmamak, unutturmamak, bir daha ölümün böylesini görmemek dileğiyle... Geride kalan ailelere ve içinde acıyı paylaşan tüm insanlara sabır dilemekten başka  bir şey gelmiyor elimden. Üzgünüm, çok üzgünüm.





2 Nisan 2014 Çarşamba

ben de yarım bıraktım


Çalan alarmın o sevimsiz sesiyle gözlerini açtı. Her namuslu insanın yapacağı gibi alarmı kapatıp uykuya devam etti.

Şüphesiz ki ne olduğu bizi pek de ilgilendirmeyen bir dizi işi vardı. Vazgeçti... Hayatının en büyük vazgeçişi olduğunun farkında olmadan vazgeçti. Bu vazgeçişin onu nerelere sürükleyeceğini bilmeden vazgeçti.

Sanılanın aksine hayatlarımıza yön veren isteklerimiz, kararlarımız değil, vazgeçişlerimizdir. Biz vazgeçeriz, hayat bize yeni yollar açar. Bir vazgeçişle ikincisi arasında geçen süredir hayat.

O bunların hiçbirini bilmiyordu. Bilemezdi de. Henüz hiç vazgeçmemişti. Önüne konulanı yaşamıştı hep. İstediğini seçtiğini sanmıştı ama hepimiz gibi yanılmıştı.  İstedikleri değildi bunlar: Başkaları tarafından seçilmişlerin içinden tercih yapmaktı. 

Aradan geçen sürenin önemi yok, uyandı. Garip hissetti kendini. İçindeki garip duyguya anlam veremedi. Derinde bir yerde mutluluk vardı sanki, tütsülemiş bir mutluluk, tuhaf bir mutluluk. 

Telefonuna baktı, gelen dört mesajı okudu. Hepsi ayı kişidendi. Okuduğu cümleler anlamsız geldi. Oysa bu cümleleri aylardır okuyordu, zaten hepsi birbirine benziyordu. Önceleri onu 
gülümseten, kızdıran, kendini değerli hissettiren bu cümleler neden şimdi anlamsız geliyordu? Bu cümlelerin sahibini, sevdiği kadını düşündü. Yaklaşık otuz saniye sürdü bu düşünme eylemi. Sonunda ise vazgeçti. Sevdiğini sandığı kadından vazgeçti.

İnsan acizdir. Yalnız bir hayattan korkar. En yalnız insanın hayatı bile en az kaç insana bağlıdır? Acziyetini ortadan kaldırmak için kaç hayata girmiştir?  En olmaz anlarda ayağa dolanan ip gibi, kaç hayata dolanmıştır? 

......

    

24 Mart 2014 Pazartesi

...


Aklıevvel dönemlerimde okuduğum, şimdilerde ise hiç okumadığım ve bu yüzdendir ki hiç bilmediğim bir yazardan artakalan: 

"Her şeyi anlıyorum ve bu beni öldürecek."

yer-ü selam


dünya, ironidir.
öyle ki jarusalem diye bir yer vardır.

10 Mart 2014 Pazartesi

çok kere ölüm


I

ben öldüm.
yine öldüm.

tam anlamıyla öldüm.
bu seferki acılı oldu.
gerçi anlamaz oluyorsun
bir süre sonra.
çok kere ölünce.

sandığınızın aksine
bazı insanlar çok kere ölür.
çoğunda da yok yere.

bu seferkinde benim kabahatim yoktu.
istememiştim aslında ölmeyi.
sıkıcı gelmeye başlamıştı ölüm.

bizim gibiler için
teknik olarak 'öteki dünya' diye
bir yer olmadığından, her defasında
aynı boka düşmek can sıkıyor.

bu seferkini anlayamadım da
kötüsü.
oysa sevmeye de başlamamıştım
geldiğim yeri.
gökyüzünde salınırken görmüştüm.
dağların arasında.
yüksek rakımlı bir ovanın tepesi. 
az insanlı:
en güzelinden.

çok soru da sormadılar bana.
"madem ki buraya gelecek kadar talih yoksulusun 
kal bari" dediler.
kaldım.

sessizdi hayat.
ben sessiz. onlar daha sessiz.
hiç soru sormadılar. sadece izlediler.
izledik.
ben onları, onlar beni.


II

çok kere ölünce göreceksiniz ki
bir sonraki can verişi hissedersiniz.
yedi kere ölen ben 
sekizinciyi hissettim.

bekledim.
bu seferkinin nasıl olacağını hayalledim.
çok kere.

ikincisi gibi kurşunla olur belki dedim.
beşincisi gibi intihar olur belki de.
ilki gibi bir sokak arasında tekmelenerek olmaz dedim.
kimse böyle ölmemeli.

ölmeyi beklerken aklımdan çok şey geçti.
ama böylesi ölmeyi
inanın ben bile hayal edememiştim.

aylardır ölmeyi beklediğim yerde
en çok katırlar vardı.
onlarca, yüzlerce.

haftada bir
katırlar ayrılırdı bu yerden.
ertesi gece dönerlerdi.

bir gün, tepeden katırların gelişini
izlerken anladım.
hissettim.
çok kerenin bir fazlasına
bu katırlar götürecekti beni.

genç bir adam vardı katırların başında.
dedim bende geleyim sizinle.
"olmaz, tehlikeli." dedi.
ben sadece gülümsedim.
akıllı adammış ki anladı.
"hava karardıktan sonra hazır ol." dedi.

hava karardı.
yola çıktık.
yanımda on dört yaşında bir çocuk vardı.
beraber yürüdük.

önde, yirmisinde başka bir çocuk.
türkü söylüyordu.
nasıl acı bir ses.
duysanız siz de anlardınız ölümün yakınlığını.

saydım.
ben hariç otuz dört kişiydik.
hissettim.
otuz dört kişilik ölümü hissettim.

ne olduğunu anlamadık.
birden oldu.
kaçacak zamanda yoktu 
otuz dört insan için.

tüm o sessizlik içinde
yankılanan bomba sesleri.
kulak yırtan bomba sesleri.
bir, iki, üç, dört, beş!

ardı ardına bomba sesleri.
bomba aralarında duyduğum çığlıklar.
bacağımdaki acı.

ölümü çok kere tattığımdan 
diğerlerinden sakindim.
sağ bacağıma baktım, yarısı yoktu.

gülümsedim.
ölümün böylesini ben bile hayal edememiştim.
böylesine ani. böylesine yok yere. 
böylesine zalimce.

kafamı yana çevirdim.
gördüğümü hiç bir insan görmemeliydi.
ne kopan bacağım, ne ölümün kendisi
böyle ağlatabilmişti beni.

adını bile sormadığım o on dört yaşındaki
çocuk. ya da o çocuktan geriye kalanlar...
ilk ölümden beri ağlamamıştım.

orada otuz dört kişi ile beraber öldüm.
yine öldüm.
ölümün böylesini ben bile hayal edememiştim.

hiç bir yerde geçmedi adım.
katiller geldiğinde ben çoktan gitmiştim.
daha doğrusu benden geriye kalan.
kopmuş bir bacak ve ürkek bir çocuk bakışı.
  










3 Mart 2014 Pazartesi

sevgim acıyor

çok acayip kadınlar ve adamlar vardı. daha acayip olanı ise bu ülkede yaşamış olmalarıydı. geçmiş zaman kullanıyorum, zira şu sıralar benim bu coğrafyadan hiç umudum yok. 
işte tam böyle anlarda sarılıyorum şiire. umudum olsun için. yaşayabilelim için.




ah bunlar nasıl cümleler, nasıl güzel sözler...
Hasılı, Turgut Uyar var, umut var. umudunuzun bol olması dileğiyle... 

16 Şubat 2014 Pazar

Jean de Florette



Bir kitap, bir film, bir cümle... 

"Bir köylü kambur olabilir ama bir kambur köylü olamaz."

Sinema iyidir. Bir film kötü dahi olsa izlenir. Ama iyi bir filmin hissettirdiğini pek az şey hissettirebilir. 


10 Şubat 2014 Pazartesi

Sen Kaç, Ben Onları Oyalarım

- Hayatımın o döneminde geliştirmeye çalıştığım bir davranış biçimiydi, kendime sürekli yeni meydan okumalar yaratıyordum. Kendimi kendime kanıtlama kaygısıydı belki de. Şimdi düşününce pek akıl kârı olmadığını kabul ediyorum. Ama belki de öyle gerekiyordu, bilemiyorum... Geçen zamanla beraber bağımlı bir hale gelmiştim. Yaşadığım her an artık bunların etkisi altındaydı. 
Bu meydan okumalar bazen fiziksel, çoğu kez ise zihinseldi. Beni en çok yoranlar ise tabii ki zihinsel olanlardı. 
Ben kendi zihnimin içine kapanmış büyük savaşlar veriyorken dışarıda neler olup bittiğinden bihaberdim. Zaten umurumda olduğu da söylenemezdi.

Kontrol edilemez bir duruma gelmiştim. Zihin savaşlarım yıkıcı olmaya başlamıştı. İşte böyle anlarda fiziksel meydan okumalar çare oluyordu. Hayatımda hiç girmediğim mekanlara giriyor, hiç tanımadığım tehlikeli diye adlandırılan insanlara yanaşıyordum. Ruh hastalığının sınırlarında dolaştığımı anlamaları çok sürmüyordu. Onları tahrik ediyor, en umursamaz adamı bile çileden çıkaracak küfürler ediyordum. Bir gün yine böyle bir küfürleşmenin ardından, neredeyse iki katım kadar olan bir serseriyle kavgaya tutuştum. Aldığım her darbeden sonra attığım kahkahalar karşımdaki serseriyi iyice çileden çıkartmış olacak ki arka cebinden çıkarttığı bıçağı ben daha ne olduğunu anlayamadan karın boşluğuma sapladı. O an gözümden önünden gitmiyor. Muazzam bir rahatlama hissi. Vücuduma saplanan demirin soğukluğu... Hemen sonra akan kanın hayret veren sıcaklığı... Aylar sonra ilk defa zihnim boşalmıştı. Bu benim için paha biçilmezdi. 

Hastanede geçen birkaç günün ardından her şey eskiye dönmüştü. Ben yine zihnimde dünyaya meydan okuyor, yaşadığım yıkımlardan sonra, beni rahatlatacak olan acı seanslarına -artık bunları orgazm olarak görüyordum-  geri dönüyordum.

Aradan birkaç ay geçmişti. Kimden, nasıl yediğimi hatırlamadığım sağlam bir dayağın ardından, yol kenarında yarı baygın şekilde uzandığımı hatırlıyorum. Etrafı seçemiyordum, her yer bulanıktı. Sonra... Sonra birisinin bana dokunduğunu hissettim. Ben dayağın kaldığı yerden devam edeceğini sanarken hiç de alışık olmadığım şeyler duyuyordum. Birisi benimle konuşuyordu, yardım etmeye çalışıyordu. İlk saçlarını gördüm onun, epeyce uzun sarı saçlar... Sonra ellerini gördüm galiba, incecik eller... Yardımıma koşan bir kadındı. Ve asıl hikaye buradan sonra başladı.

O kadın beni aldı, iyileştirdi, hikayemi dinledi. Zihnime misafir oldu. O zihnime girdikçe, benim savaşlarım azaldı, azaldı, azaldı...

O kadın bana bir şeyler söyledi, ben ona inandım. O kadın bana bir şeyler söyledi, ben hayata döndüm. O kadın bana bir şeyler söyledi, ben ona aşık oldum.

Bir yıldan fazla geçmişti sanırım. Benim iyiden iyiye seyrekleşen ani krizlerim haricinde her şey yolundaydı. Bir yıl önce girdiğim o evden bir kez dahi çıkmamıştım. Onun evinde beraber yaşıyor, onun yaptığı yemekleri yiyorduk. Onun verdiği kıyafetleri giyiyor, sıcak yatağında uyuyordum. 

Bir gün önüme bir defter koydu. Saman kağıtlarından elle yapılmış kalınca bir defter. Bir de kalem. "Al" dedi, "Zihnindeki savaşları dışarı çıkarmanın vakti geldi!". 

İlk başlarda sevemediğim yazma işi, sonraları bir tutkuya dönüştü. Aklımda olan, aklımda kalan, aklıma yeni gelen her şeyi, o deftere döktüm. O güne kadar yaşadığım her şey saman kağıtlarına akmıştı. 

Başlayan her yeni günde, o işe gidiyor -ne iş yaptığını hiç sormadım- bense boş kağıtların başına geçiyordum. O eve döndüğünde yazdıklarımı okuyor, bense onu izliyordum. Bazen saatlerce sürerdi bu. 

Evet, biliyorum merak ve korkuyla dinliyorsun beni. Ama lütfen soru sorma. Hikaye bitmek üzere!   

Bu şekilde birkaç hafta daha geçti. Ben yazıyordum, o okuyordu, sonra sevişiyorduk, sonra uyuyorduk. Bu hep böyle devam etti. Ta ki bir gün ben yalnız uyuyana kadar. Geçen bir yıldan sonra ilk defa böyle bir şey olmuştu. O gelmemişti. Bekledim, bekledim... Bütün gün evin içinde deli gibi dönüp duruyor, aklımı yitiriyordum. Dışarı çıkmaya cesaret edemiyordum, aylardır kendimi kapattığım bu evden çıkarsam her şeyin biteceğini biliyordum. Sakince beklemeye karar verdim.

Tam dört gün geçti... O gelmedi. Artık gözümü karartmıştım, aşık olduğum kadının başına bir şey gelmişti ve belki de ölmüştü, bense korkakça kendimi kapattığım evde  çürüyordum. Artık beklemek zül geliyordu. İhtiyacım olan cesareti toplayıp dışarıya çıkan kapıyı açtım. Açar açmaz ayaklarıma düşen bir şeyle irkildim. Ne olduğunu anlamam bir kaç saniyemi aldı. Bir mektuptu. Üstelik üzerinde ismim yazılıydı. Şaşırmıştım, heyecanlanmıştım... Kim bilir ne zamandan beri burada olan bu mektuba yeni kavuştuğum için kendime küfür ediyordum. O kağıt parçasına dokunmak dahi büyük cesaret işiydi. Çünkü içinde yazılanları hissedebiliyordum.

Artık bu hayata dayanamadığını, beni terk ettiğini, geçmişimdeki histeri krizlerinden korktuğu için yüzüme karşı söyleyemediğini, artık bu şehirde olmadığını, onu aramam gerektiği yazıyordu.  
O an hissettiklerimi ve yaptıklarımı anlatmayacağım. Üzerinde yıkıcı bir hatıra bırakmak istemem.

O günün üzerinden yaklaşık bir ay geçti ve işte buradayım. Montevideo'da. Bu şehre gelmek tam bir ayımı aldı.  Bu kadar şeyden sonra, yaptığım yolculukta neler yaşadığımı tahmin edersin diye umuyorum. Anlatmayacağım çünkü vakit azalıyor. Güneş batmak üzere.

Neden buradayım diye soruyorsun sanırım? O kadar şehir varken neden Montevideo? Karmaşık bir sebebi yok. Sevdiğim bir şair, güneşin batışının en güzel Montevideo'da izlendiğini yazmıştı. Böyle bir hikayeyi bitirmek için en doğru yer burasıdır diye düşündüm.  

İşte, beni Montevideo'nun en yüksek binasının tepesine getiren hikaye bu. Ben burada boşlukta salınırken yanıma geldin, önce bir şeyler söyledin, sonra dinledin. Güneşi batırmak için geldiğim o kadar yoldan sonra senin söylediklerinin bir tesiri olmayacağını da anladın. Çok az kaldı, güneş batıyor. Bu yüzden sus ve izle. Sefil bir hikaye biterken sus ve izle...

Gördüklerini unut! Unut ki yaşayabilesin. 




1 Şubat 2014 Cumartesi

Çav


Ölüler sessizliğe nasıl alışır? 

Düşün! Koca bir ömür duyduğun sesleri düşün! Duyduğun tüm sesleri topla, o gürültüyü hisset! Attığın çığlıkları, duyduğun çığlıkları ve hatta fısıltıları... Hepsini topla, hisset!

Sonra?

Sonrası ölüm, sonrası sessizlik... Mutlak bir sessizlik! Kulak yırtan bir sessizlik! 
Düşün! Salt sessizliği düşün! Hisset! Yalnızlığını hisset! Sessizliğini ve sessizliği hisset!

Ölüler sessizliğe nasıl alışır?

Yoksa cehennem sadece sessizlikten mi ibaret?


15 Ocak 2014 Çarşamba

Katun


- Peki ya kadın? Ne oldu kadına?

- Kadın mı? Kadını anlatayım... Kadın gitti. Arkasına bakmadan gitti. Hem başka ne yapacaktı! Haklıydı bu gidişinde. Gidişinde haklıydı ve içinde duygu adına sadece şaşkınlık vardı. Şaşırmıştı kadın. Çünkü bu gidişte, yanında hüzün olur sanmıştı. Belki az da göz yaşı. Öyle ya yıllarını vermişti. Sevginin olmasa bile alışkanlıkları terk etmenin hüznü olurdu en azından. Olmadı ama. Kadın gitti ve sadece şaşırdı.

- Bu mu yani? Adamın başından geçen bunca görkemli hikayeden sonra, kadın sadece gitti mi? Hem de sadece şaşkınlıkla!

- Evet aynen öyle oldu. Ama yanıldığın nokta şu ki, aslında bu hikayede görkemli olan tek şey kadının  gidişi. Bir kadının gidişi, neresinden bakarsan bak dünyanın en görkemli olayıdır.




4 Ocak 2014 Cumartesi

Anlam verilebilen hisler ve hissizlikler ve Edip Cansever


Benciliz.

Kibirliyiz. 

Birçoğumuz öyle. Pek azımız değil.

Sevilmek isteriz, onaylanmak isteriz. Ruhumuz okşansın isteriz. Biz hep doğruyuzdur. Gerisi bok püsür. 

O gün de yine kendi halimde takılıyordum. Birkaç insan. Üniversite kantini. Masa nüfusunun kontrol edemeyeceğiniz şekilde artabildiği durumlar. Yine öyle oldu. Pek tanımadığım insanlar. Kalabalık. Herkes kendi muhabbetinde. Kakafoni. Birileri edebiyattan bahsediyor. İstemsiz(!) kulak kesiliyorum. Güzelce bir kızımız edebiyattan bahis açmış. Ne okuduğu soruluyor. Bir yazar söylüyor, çıkaramıyorum. Meraklanıyorum. Sonra dizüstü edebiyatı filan diyor. Dikkate değer bir şey yok deyip kendi sohbetime dönüyorum. Ama kızımız durmuyor. Başlıyor bu yazara methiyeler düzmeye. Dizüstü edebiyatı denilen şeyi birkaç kez deneyimlediğimden, ayağı kalkıp "Hasiktir lan! dizüstü diye edebiyat mı olurmuş!" demek istiyorum ama tabii ki susuyorum. Olur deyip, geçiyorum. 

Vakit geçiyor. Sevdiğim bir arkadaşım. Oda birçok "kantin insanı" gibi. Yılışık. Bahsi geçen kızımıza yanaşıyor. Gülümsüyorum. Bizimki başlıyor kıza iltifatlara. Güzelliğinden, edebiyattan(!) bahsettiği için entelektüel seviyesine varan laflar. Kızımız bunları kabul etmeyerek tevazu gösteriyor. Tüm bu olanlara ses çıkarmayan ben, o an okkalı bir kahkaha atıyorum. Herkes bana bakıyor. "Pardon" diyorum. Neden güldüğümün pek üstünde durmuyorlar. İyi de yapıyorlar.
Kızımızın bu iltifatları kabul ettiğini, "yok canım" deyip  tevazu gösterdiğinde yalan söylediğini anlamak için Paul Ekman okumaya gerek yoktu. Hoşuna gidiyordu. 

Ben niye gülmüştüm?

Epeyce önceydi. Kendisine ithaf edilen bir Edip Cansever şiiri için güzel bir kadın şöyle demişti: "Edip... Edip, güzel kadınlara layık, ben o kadar güzel değilim." 

Uzunca bir süre sustuğumu hatırlıyorum. Ne denilebilirdi? Susulurdu. Başka türlüsü ne münasebet. 

"İşim var." dedim masadakilere. Kalktım, Kadıköy'e giden bir otobüse bindim. Gittiğim yer belliydi.

Ruhumda gurur hissettiğim son gündü.